Öykü

KARANLIK MAHAL


                
Kafasını kaldırdığında toprağın insan vücuduna en çok temas ettiği bir coğrafyada, yine toprağın büyüttüğü otlara karılıp duvarların yükseldiği karanlık bir çevrelemedeydi. Ay ışığından nasiplendiği kadardı tüm görünenler. İnsan da böyleydi bu vakitte, böylesi karanlıkta. Nasıl görünsün karanlıkta gölgesi ve nasıl geçsin gölgesi kendi boyunu. Görünenler ay ışığından nasiplendiği kadardı çatısız bir toprak yığınında. Eksik ve belirsiz.

Ayaklandı çevrelendiği toprak duvarların arasında. Yaklaştı duvarlara, elini gezdirdi. Parmaklarının dokunuşundan dökülen toprak tanelerinin sesini işitti sessizlikte. Her adımı sessizliği bozdu. Her adımında ayaklarını bir muammaya atıp, katı bir zemine temas eder diye umut etti. Aşağısı daha karanlıktı. Sitem edemedi; ayın kudretsizliği değildi bu. Yüksekti toprakla karılmış duvarlar ışığın önünde. Adımları iyice hızlandı, bir kapı bulmalıydı. Bitmeliydi bu âmâ arayışları, dokunuşlar, hızlı adımlar. Bu keşmekeş; “insan” dedi hep mi karanlıkta, adımlarını meçhul bir boşluğa atıyor; hep mi uzakta aradığı, uzanamıyor mu aradıklarına, değmiyor mu elleri? “Yaşamak” dedi böyle mi?

Toprak değil şimdi eline değen. Kapısına dokundu yüksek duvarlı karanlığın. Açmadan elini gezdirdi üzerinde. İnsan eli değmiş kısımlarının farklılığını hissetti. Kaç insanın elinden geçmişti bu doku? Kaç insan elini taşımıştı başka yere? Hem “insan eli” dedi kirletir mi her kapıyı? Ay ışığı vursaydı üzerine belli olur muydu? Ama “toprak” dedi kirletmez elleri. Açtı kapıyı.

Karanlığa adımlar başladı. Görebildiği kadar etrafına göz gezdirdi. Biraz önceki dört duvardan ne de çok vardı şimdi. Yıkılanlar, ayakta kalanlar, çatısı devrilmemiş olanlar ve daha nice toprak duvarlar… Yürümeye devam ederken hayal etmeye başladı. Kim bilir şurada hangi çocuklar oyun oynayıp koşturuyor, kadınlar duvarların arasında nice meşgaleyle uğraşıyordu. “Bütün insanlar” dedi bütün insanlar koşturuyor. “İnsanlar” yaşamak da diyorlar koşturmaya. Eğlenmiş, üzülmüştürler diye geçirdi içinden. Duvarlar nice ses işitmiştir. Çığlıklar ziyadesiyle karışmıştır üzerlerinde. “Yürü” dedi kapat kulaklarını. Vakti geçmiş acıların sızısı değer, kapat.

Sonra yolun sonunu aramaya başladı gözleri. Bir son görmek umuduyla biraz daha hızlandı. Kafasını kaldırıp kaldırıp daha ilerisini gözlüyordu. Adımları daha da hızlandı, koşmaya başladı karanlıkta. O koştukça sokaklar da yollar da uzadı. “Koşmak” dedi bir koşturma içinde; bazen ışık görmeye dahi yetmiyor.

Yoruldu. Adımları yavaşladı ve durdu. Etrafında dönüp çevresine göz gezdirdi. Tanıdık yıkıntılardan fazlası ve farklısı yoktu. Boğazına doğru tırmanan hıçkırıklarını duyumsadı nihayet. Öykünür gibi sarılacak bir insana, kollarını açtı. Kaldırdı yüzünü göğe ve kapattı gözlerini. Yakın zaman tümüyle geldi aklına sanki. Sırayla hatırladı hatırındakileri. Nihayetinde duyumsadığı hıçkırıkları çoğaldı boğazında. Islandı yanakları. Dizlerinin üzerine eğildi ve oturdu olduğu yere.

“Bıraktık… Toprak duvarların yıkıntılarına, karanlık sessizliklere ve kimsesizliğe… Sırtımızda sarmaladıklarımız, uzun yollar taşıdığımız ve bırakmamız gereken ne varsa hepsini teker teker bıraktık. Kendi çeperlerimizden çıkarıp toprak duvarların çatlamış aralıklarına, terk edilmiş karanlık bir coğrafyaya bıraktık birbirimizi. Kimin olduğu bilinmeyen bir kimsesizlikte yalnızlığımızın yanıbaşındayız. Hem insanız; karanlık bir mahalde ay ışığından nasiplendiğimiz kadarız.”

Açtı gözlerini. Sol yanına uzandığı ahşap kenarlı bir kanepede. Karanlıktı yine ama bu dört duvarın çıkış kapısını biliyordu. Doğruldu yerinde, pencereye çevirdi yüzünü. “Uyanmak” dedi “Karanlık bir coğrafyadan karanlık bir geceye uzanan uzun bir yolculuk.”


Fotoğraf:Oğuz YILDIZ
http://www.yazarport.com/Oguz-Yildiz

Asuf-u Şark-ı Şimalî


FUKARA BİR SONDAKİ KADRAJ



Perde pencere aralığından süzülen güneş solgun yüzünü rahatsız ediyordu. Çokta erken değildi zaten uyandırdı yaşlı adamı yüzündeki sıcaklık. Kısık gözleriyle aralıktaki güneşe bakınıp doğruldu yatakta. Kafesten tıkırtılar işitti Fincan acıkmıştı anlaşılan. Seneler önce evdeki kimsesizliği kuşçuda bırakmak ümidiyle getirmişti onu bu küçük haneye. Fakat o da ayak uydurmuştu bu sessizliğe. Yaşlı adam önce Fincan ile ilgilendikten sonra demli çay eşliğinde bir şeyler atıştırmak üzere balkona geçmek niyetindeydi. Güneşle birlikte tatlı da bir rüzgar vardı dışarıda. Küçük masa üzerindeki gazetenin ucunu ve adamın ince telli saçlarını kıpırdatacak kadar.

Fazla doymak niyetinde değildi zaten yedi bir şeyler. Tazeledi çayını. Yudumlarken sakin bir şehrin görünen yeşilliklerini izliyordu. Pazardı günlerden evet ama özlenecek o kadar çok şey vardı ki şiirin eksik ve çaresiz kalmışlığı gülümsetti onu. İkinci bir çaydan ziyade bir orta şekerli kahve çok daha makbule geçerdi de yoktu o kadar enerjisi. Kuşuna verdiği isimde bu kahvelerden, kahve üstü sohbet sevgisinden ileri geliyordu zaten. Bir fincan muhabbet ötsün istedi çoğalan sessizlikte.

Kahvaltı sonrası yetişilmesi gereken bir yer yoktu nasıl olsa. Onun rahatlığıyla sandalyesine daha da bir yerleşen yaşlı adam masaya bakınca elindeki çay fincanıyla toparlamaya başladı dağınıklığı. Ağır ağır gezerdi evde, bastığı tahtaların dili olsa hani "ah" demezlerdi. Öyle büyük bir yorgunluğun sakinliği. Bütün bu dinginliği bozardı aşağı evdeki yüzlerini bile çok nadir gördüğü komşuları. Yüksek sesler, koşuşturmalar, bağrışmalar... Geçenlerde kapı önünden gelen bu türden seslere dayanamayarak merdiven boşluğundan olan bitene akıl erdirmeye çalışmıştı yaşlı adam. Meğer çocuk düşüvermiş. Gülümsedi yine yaşlı adam. Düşkünlüklerini yaygara yapacak kimsesi yok diye.

Toparladı sabahki dağınıklığı ağır adımlarla vakti önüne katarak. Daha da geçmesini isteyerek bir kitap aldı eline. Yakın gözlükleri ile her bir ihtiyar gibi pekte tatlı olmuştu. Solgundu yüzü, derisi çekilmiş, her tarafını saran bir beyazlığı kucaklamıştı sanki vücudu. Hızlı değildi fakat pek bir ümitle çeviriyordu sayfaları. Sayfaların ardını görmeye çalışarak günün akşama sürüklendiğini unutuyordu.

Güneş gün sonrası gidişine hazırlanırken gökyüzündeki kızıllığı göz alıyordu. Derken bu kızıllık ortasında kapı çalındı. Gözlükleri üzerinden kapıya ilişti yaşlı adamın gözleri. Beklediği kimsesinin olmayışından ne kadar da çok insan olabileceği olasılığını düşündü açmadan önce. Kapı zili ısrarlı değildi zaman tanıdı ona. Elbette olasılığı hesaplanacak kadar basit değildi düşündüğü ama kimdi kapıdaki?


...

Bütün bunları düşünürken çok vakit geçirdiğini düşünerek ayracı kaldığı yere, gözlüklerini de kitabın üzerine aceleyle bırakarak kapıya yöneldi. Kapı ısrarlı değildi ve tekrar çalınmadı. Kapıyı açtığında kimseyi göremedi. Yerde zarfa koyma zahmetinde bulunulmamış dört kat edilmiş bir kağıt buldu. Kapıyı usulca kapatıp sırtını da kapıya vererek katlı kağıdın yüzüne bakıp meraklara daldı. Kapıya yöneldiği acelesiyle oturduğu yere geçip gözlüklerini geçirdi gözüne. Kağıt, adamın sakinliğini evin ise durgunluğunu birden heyecan ve harekete çevirdi. Özenle kağıdı araladı. Kendini tamamen dışarıya kapatmış derin bir sohbetin tam ortasından kesilip alınmış kelimeler vardı sanki karşısında. Öylece başlıyordu çünkü.

Doğru nedir ki? Ya da doğru olmayana yanlış demek doğruyu bilmeyen bizler için zaten başlı başına bir yanlış değil midir? “Mutlak bir doğru” sürekli devinimde olması gereken insan için bir yanlış mıdır? Peki bu soruların sorulmasına sebep olan düşünme fiiliyatı ne kadar ve ne zaman geçerlidir? Düşünmek sürekli sorular var edeceği düşünüldüğünde düşünmemek mi gerekir? Yanıtsızlığı kadimleşen sorular yine düşünmek ile çoğul olmaktan azaltılabilir mi?
Bir sebep olmasa dahi insanların üzerlerinde ağırlığını hissettiren toplumun baskısı bir insanı ne kadar köşeye sıkıştırabilir? Toplum bireyi bir köşeye sıkıştırmalı mıdır? Hukuk kitaplarında toplumun sınırsız haklarından cüretkar bir dille bahsedilir mi? Sonradan elde edilen hakların “hak” kavramı içerisinde barınma izni var mıdır? Duvarlarımız bir şeyler yaparken bize ne kadar imkanlı veya mümkünlü olabilirler? İnsanın duvarlarını kim örer? İnanmak başarmanın yarısı ise duvarlar inanmanın tamamı mıdır? “Tam” veya tam olarak “tamam” olunabilir mi? İnsanın sızıları sadece yarım kalmışlıkları mıdır yoksa bilinmeyen ”tam”dan biraz fazla fazlalıkları mı? İnsan hayatın neresinde kalmış olabilir? Hayat hangi zamanında başlar insanın? Hayat ne zaman sona erer tek bir insan göze alınmadığında? Hayat ne zaman bitebilmeyi hak eder? Bitmiş olunca biter mi?.. ’

Yaşlı adam sade sorulardan oluşan muhabbet ortası kağıda tekrar tekrar göz geçirdi. Saat geçti sorular o kadar meşgul edebilmişti ki onu soruların sahibini düşünemiyordu bile. Bu soruların sahibi sadece o muydu diye sormadan da edemedi kendine.

...

O pazardan sonraki hangi pazartesi kendini salı etmişti bilinmez. Belki iki belki de ikinin üzerine eklenmiş yedilerle beraber bir iki geçmişti. Aşağı kattaki küçük çocuğun elinde yaşlı adama verilmesi üzere tutuşturulmuş bir kase vardı. Yukarı çıkarken çocuk, merdiven yüksekliğinin bacaklarının boyunun hemen hemen yarısı kadar olması durumu dolayısıyla yükselmeye büyük gayret gösteriyordu. Elindeki kasenin izin verdiğince. Kapının önüne geldiğinde yetişemeyeceğini düşündüğü kapı zili ve tokmağına yine de kafa kaldırıp göz geçirdi. İki eli de kaseyi sıkıca kavradığından ayaklarıyla kapıyı çalmaya koyuldu. Yok, pek de gürültü çıkarmasına, günün erken bir arasında olmamasına rağmen yaşlı adamı karşısında göremiyordu çocuk. Daha seyrek ama daha gürültülü vurmaların ardından teker teker basamakları inmeye başladı.

Tamamı ile bir tükenmişliği çocuk birkaç kelimeyle annesine özetlemişti bile: “O uyuya kalmış…”. Bundan sonraki bilinmezliği yaşlı adamı o yapmıştı, artık hep kalacaktı ve uykusu bütün her şeyi kapatacaktı. O uyuya kalmıştı.
.
..


Mektup sahibi bu seferde sadece bir yer ve zaman yazılı olan yine dört kat edilmiş kağıdı yaşlı adamın kapısına bırakmak için yürüyordu. Kapı açıktı bu sefer mahalleden birkaç kişi yaşlı adamın eşyalarını dağıtmak için oradaydılar. Onlarla konuşmadan kapısı açık bir kafes gördü, içi boştu. Yanına yaklaşınca iple asılmış, sadece adının sığabileceği kadar büyük tahta parçasını okudu. Fincan. Adamlarla konuşmaya koyuldu. Onlar geldiklerinde açık bir pencere ile yaşlı adamı sandalyenin üzerinde, masada kalakaldığını görmüşler. Açık pencereyi duyunca kuş, masayı duyunca sorular geldi aklına. Geldiği gibi de olmuştu nitekim. Yaşlı adam uyuya kalmadan önce Fincan’ı göndermiş sonradan kapatamadığı pencereden. Masayı gördü, üzerinde iki kağıt bir de kısacık kalmış bir kalem vardı. Bir kağıdı biliyordu zaten diğerine götürdü elini.

‘ Hayat bir gün biteceği bilindiğinde hiçbir zaman bitebilmeyi hakketmez. Ama en azından bir gün başlamayı hakkeder.’

Mahalleden o birkaç kişi tam da yaşlı adamın nesi olduğunu soracaklarken mektup sahibine, o çoktan çıkmıştı evden. Çokça adım atarken hiç eksiği olmadan tekrarladığı o iki cümleyi düşünüyordu. Belki eksik kalmıştı ama gülümsedi mektup sahibi. Tıpkı yaşlı adam gibi gülümsedi. Gülüşünde gülüşten çok bir eksiklik, bir kırılmışlık, bir ağlamak var gibi. Yaşlı adam o gün uyuya kalmıştı ama en azından bir gün başlamayı hakketmiş miydi acaba?

Mektup sahibi en son zorla aklına tutuşturulmuş bir şeyler mırıldandı. Hiçbir sahipliği yoktu üzerinde. “Belki de üçüncü gülümsememiz başkasının dudaklarından olacak.”



Fotoğraf : Ara Güler - http://www.araguler.com.tr/

http://www.yazarport.com/yazar.aspx?yazar=817

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder